Bugün size mükemmel olmasa da, bizdekine kıyasla çok daha iyi durumda olan bir yönetim sisteminin nasıl kurulduğunu, günümüz süper gücü Amerika’nın hikayesini anlatacağım. Gönençli yaşama ulaşmalarının ardındaki sancılı ve bir o kadar da ilgi çekici olaylar dizisine buyrun. Keyifli okumalar.

                Giordano Bruno’nun yakılması, Kopernik ve Galileo’nun yaşadıkları, sonrasında bilimin ön plana çıkması ve coğrafi keşiflerin yapılması sürecinin meyvelerinden biri de Amerika Kıtası’nın keşfidir. Söylemek gerek; 15. yüzyılda Amerika gibi bir kıtanın keşfedilmesi en çok Avrupa ülkelerinin işine yaradı. Asya ülkeleri ile olan ticaret yollarının Osmanlılar tarafından ele geçirilmiş olması, Avrupa’nın ticari hayatını kötü yönde etkilemiştir. Bunun yanında Avrupa’ya ulaşan mısır ve patates gibi yeni besinlerle fakir halk açlık ve kıtlıktan kurtulmuştur.

                12 Ekim 1492 günü işte bu dönüm noktasından geçti Avrupa halkları. Santa Maria isimli İspanyol geminin tayfalarından Rodrigo; “Kara” diye bağırarak kaptan Kristof Kolomb’a büyük keşfi müjdeledi. Kolomb burayı Hindistan kıyıları zannetti ama aslında Bahama adalarına çıkmışlardı. Kolomb dünyanın yuvarlak olması nedeniyle, hep batıya giderek doğuya ulaşacağını düşündüğü için bulduğu adaları Hindistan zannetti. Kızılderililere ingilizcede “indian” denmesinin sebebi bu yanlış anlaşılmadan kaynaklanmıştır. Ama 5 yıl sonra 1497 de Amerigo Vespucci, Kolomb’un bulduğu adaların yeni bir kıtaya ait olduğunu keşfetti. Kolomb’a epey gülmüşlerdir muhtemelen.

                Keşif yapıldıktan sonra pek tabi yağma süreci başladı. 1533’te Francisco Pizarro, İnkaları’ı yok ederek Peru’yu ele geçirdi. Kuzey Amerika’nın aşağı yörelerinde ise İspanyol Hermando Cortes 1518 yılında Aztek İmparatorluğu’nu yıkarak Meksika topraklarını İspanya Kralı adına fethetti. Bu istila hareketi tam bir soykırım şeklinde yürüdü.

                Sürecin başından sonuna dek kızılderili halkı uzun soluklu bir soykırıma uğradı, fakat Kuzey Amerika’nın Avrupa halkları tarafından ele geçirilmesi, Güney Amerika kıtasına göre daha değişik bir yöntemle gerçekleşmiştir. İngiltere; Amerika kıtasının iskanı işiyle önceleri pek fazla ilgilenmemiştir. Fakat kıtanın doğal zenginlikleri karşısında onlar da kıtayı paylaşma yarışına katılmakta gecikmediler.

                1700 yılına gelindiğinde İngiliz kolonilerinde nüfus 300.000’e ulaşmıştı. Artık bulunduğu bölgeye sığmayan halk batıya doğru ilerlemeye başladı. Bu bölgedeki Fransızlar göç hareketini istila olarak algıladı ve 23 yıl süren çarpışmalar kesin bir sonuca ulaşamadan bitti.

                İngiliz kolonileri, kralın bu kıtadaki toprakları koloni kurmak amacı ile birine bırakması veya toprakların bir bölümünü koloni şirketlerine vermesi sureti ile kuruldu. 17. yüzyılda yeni kıtaya göç edenlerin büyük çoğunluğu İngilizlerdi. Böylece 1775 yılında 2.5 milyon nüfusa ulaştı.

                Dünyada buharlı gemiler 1807’de, ilk demiryolu işletmeleri 1828’de, telefon ve telgraf ise ancak 1876 yılında kullanılmaya başlandı. Onun için Amerika’da oluşan kolonilerin birbirleriyle bile iletişimleri yoktu. Bu koşullar altında ülkenin tek bir merkezden yönetilmesi imkansızdı. Bunun yanında toplumsal ya da haksız baskılar yüzünden belli bir grubun yararlarına uygun düşmeyen yaptırımlar; o grubun koloniden ayrılarak kendisine bağımsız koloni kurmaya kalkışmasına fırsat verebilmekteydi. Koloni hem dağılmamalıydı, hem de kendi içinde özerkliğini ilan edebileceği ortam sağlanmamalıydı. Çünkü neticede yeni kıtanın kaynaklarının sömürülmesi üzerine bir sistem kurgulanmıştı.

                Bütün bu şartları sağlamak için halk tarafından seçilen temsilcilerin oluşturduğu meclislerce yönetim erki oluşturuldu. Böylece kimse dışlanmadı, herkes hakkını arayabildi. Sistemin garantörü İngiltere’ydi. Bu meclislerin o kadar geniş yetkileri vardı ki; halkın yararına aykırı iş yapan bir memurun, hatta devlet başkanı durumundaki valinin, maaşının ödenmemesi kararını bile alabiliyorlardı. Bu durum tüm kamu personelinin halk yararına çalışmaya zorlanabileceği bir ortam oluşturuyordu. Keşke bizde de olsaydı dedirten bir durum.

                Nüfusun iyiden iyiye artması sonrasında, İngiltere ile koloniler arasında sorunlar çıkmaya başladı. İngiltere’nin koloniler üzerindeki denetimi zayıfladı. Zaman içinde anavatan ve koloniler arasında çatışmalar çıkmaya başladı. Bunların ilki 18 Nisan 1775 tarihinde gerçekleşti. 4 Temmuz 1775 tarihinde kurucu meclis Amerika’nın bağımsızlığını ilan etti. Sonrasında yayınlanan Bağımsızlık Bildirgesi; yeryüzünde insan hak ve özgürlüklerinin en geniş ve açık şekilde ifade edildiği ilk resmi belgedir.  Bundan sonra devletleşme süreci devam etti.

                Asıl üzerini çizmek istediğim konu yaklaşık 250 yıl boyunca insanlar demokratik bir ortamda yaşamış. Bu ortamı ise yönetebilmek adına İngiltere kurmuş. Yalıtılmış bir ortamda oluşan kültürün de etkisi ile başkaldırıp bugün bildiğimiz Amerika Birleşik Devletleri kurulmuş. Demokrasiyi özümseyen ülkelerde insan hakları da daha yüksek mertebede oluyor.

                Amacım Amerika Birleşik Devletleri’ne güzelleme yapmak değildi pek tabi. Toplumun algısı ve refleksleri dünden bugüne oluşmuyor. Vurgulamak istediğim esas konu bu. Ülkemizde Cumhuriyet ilan edildi. Demokratik bir düzen kuruldu fakat toplum bu düzene ne kadar adapte olabildi?  Yukarıda bahsettiğim gibi yalıtılmış bir ortamda, nesillerce süren bir yaşantı var. Bizdeki gibi palas pandıras olmadı. Belki de memleketimizde bazı taşların yerine oturmamasının, eğreti durmasının sebebi budur. Platon’un 2000 küsur yıl önce dediği gibi; “Demokrasi bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar, demokrasi despotluğa dönüşür.”

                Eğitim konusuna daha sonra değineceğim. Sonuç olarak herşeyin başı eğitim diyerek bir klişe ile bitiriyorum.
                Hoşçakalın…