Önceki iki yazımda Finlandiya ve Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluşunu, bugünlere nasıl geldiklerini anlatmıştım. Bazı kısımlarında da ülkemiz adına özeleştiri vermiştim. Laf dönüp dolaşıp eğitime gelmişti. İşte bu yazıda herkesin kulak aşinası olduğu bir efsanenin, gerçek olmaya çok yakın bir hayalin içine – affınıza sığınarak, yeri gelmişken argo kelime kullanacağım - nasıl sıçılır anlatacağım. Keyif alarak yazmadım, size de keyifli okumalar dilemeyeceğim. Dertleniniz lütfen…
1935’te toplam nüfusun %80’i köylerde yaşamaktaydı. Bunların yalnızca % 14’ü okuma-yazma bilmekteydi. Öğrenim çağında yaklaşık 2 milyon köylü çocuğu vardı. Bunların da yalnızca 350.000’i okula ulaşabilmekteydi. 40.000 köyden 35.000’inde okul yoktu. Şehirler daha iyi durumdaydı fakat köylere acilen öğretmen gerekiyordu. İlk olarak öğretmen okulları açılmaya başlandı. 1940’a kadar 14 adet öğretmen okulu açıldı.
1940 yılında 3803 sayılı yasa ile, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve Hakkı Tonguç önderliğinde köy enstitüleri kuruldu ve öğretmen okullarının adı artık köy enstitüsüydü. Sonradan açılanlarla beraber sayıları 21’i buldu. Merak edenler için haritadaki yerlerini görselde paylaşıyorum.
Yasada belirtilen ifade ile köy enstitüleri “Köy öğretmeni ve köye yarayan öteki mesleklerin erbabını yetiştirmek üzere, ziraat işlerine elverişli arazisi bulunan yerler” e kurulmuşlar ve öğretmenin yanı sıra, köye gerekli sağlık memuru, köy ebesi, köy teknisyeni de yetiştirmişler. Bu enstitüleri tamamen öğretmenler ve öğrenciler kurmuştur. Okulların kurulumunda ve işletmesinde devlete maliyeti yok denecek kadar azdır. Tükettikleri gıdaya kadar herşeyi kendileri üretmiştir.
Kuruluşunun amacı köylüyü kalkındırmak, tabandan gelen eğitimli, medeni bir Türk toplumu yaratmaktı. Ayaklarımız yere sağlam basmalıydı. Fakat köy şartları çok zorluydu o dönemde. Cumhuriyet’in çiçeği burnunda, enkaz halindeki bir ülke düşünün.
Bu halde, köylerde çalışmayı bırakın, yaşamak bile zordu. Dolayısı ile zorlu yaşam koşullarına alışık öğretmenler gerekiyordu. En parlak fikir de buradan çıktı. Yetiştirilecek öğretmenler köylü çocukları olmalıydı. Bu çocuklar yetiştirilip, tekrar köylere gönderilecekti. Peki bu öğretmenler nasıl yetiştirildiler biraz inceleyelim.
* Öğretmen adayları köy hayatını her yönüyle başa çıkabilecek yetenekte yetiştirilmişler.
* Öğretmen adayları tarım ve sanayi hakkında teorik ve pratik bilgi ile donatılmışlar. Tabi sanayi dediysek o günün sanayisini düşünün. Demir işçiliği, ahşap işçiliği, basit makine-motor vb…
* İlkelerden biri Batı’nın sanatını, bunu geliştiren ustalarını ve yöntemlerini tanıyarak, kendi sanatımızı o düzeye çıkarmakmış. Bu yüzden de eğlencelerde yer alan köy orta oyunlarını, gerçek tiyatro yapıtı durumuna getirmişler. Tiyatronun, insanlığın ruh ve düşünce yapısını geliştiren, beğeni düzeyini yükselten bir sanat dalı olduğunu fark etmiş ve uygulamış dönemin aydınları. Görülüyor ki, enstitülerde yetişen öğrencilerin düzenlediği haftalık eğlenceler, aynı zamanda toplumsal eğitimi ve çağdaş öğretimi destekleyen, duygu ve düşünceleri geliştiren toplumsal bir işlevi yerine getiriyordu. Halk havaları, halk dansları, mertliği simgeleyen zeybek oyunları, horonlar bir duygu bütünlüğü yaratıyordu. Bu eğlencelere çevre köylerden gelenler, seyirci ve oyuncu olarak katılıyorlardı.
Tonguç, 1942’de bir Köy Enstitüsü müdürüne yazmış: “Elinizdeki talebeyi öyle bir hale getireceksiniz ki, bir gün onlara maaş verilmese, yani memleket veremeyecek duruma gelse, felâketler birbiri üstüne yığılsa, onları ateşler içinde bıraksa, yine onlar maaşların verildiği, ekmeklerin serbest satıldığı devirdeki haleti ruhiye gibi sağlam bir imanla işlerini görebilmelidir..” Böylesi motivasyonda ve özveride öğretmenelriniz olduğunu düşünsenize…
Peki günlük hayat nasıldı. Ben anlatayım, siz de hayal etmeye çalışın.
Kalk çanı gün ağarırken çalardı. Kış ve yaz hep aynıydı. Yatakhanelerde canlanma başlar, öğrenciler alanlara dolardı. Günlük programa göre mesleki veya kültürel dersleri olanlar çalışma alanlarına dağılırdı. Türkü sesleri, mandolin ve akordeon seslerine karışırdı. Tarım alanları, taş ve tuğla ocağı gibi işliklerde çalışacaklar ise iş yerlerine yollanırdır. Enstitünün her yanında arı gibi çalışan insanlar... Sadece dersliklerde değil, açık alanda deney yapanları görürsünüz. Meslek dersleri de çeşitlidir. Demircilik, dülgercilik, biçki-dikiş, marangozluk… Sabah 4 saatlik çalışmadan sonra öğle yemeği yenir ve öğrenciler iş yerlerine, dersliklerine dönerler. Programlarında akademik dersleri kadar iş dersleri bulunurdu. Akşam dinlenme ve yemek salonunda iki saat okuma yapılırdı. Hafta sonunda serbest konuşma, tartışma ve ortak okuma saatleri vardı.Bu saatlerde okulun düzeni ile ilgili eleştiri ve öneriler yapılır, aksaklıkların giderilmesi istenirdi. Bu tartışmalar korkusuz, çıkarsız ve tatlı geçerdi. Gerçek eğitimci yetiştirmek için kendini ifade edebilen, fikirlerini savunabilen öğretmenler ancak bu ortamda yetişebilirdi. Edebiyat derslerinde yeni çıkan dergiler ve kitaplar tanıtılır, seçme öyküler ve yazılar okunurdu. Klasikler ise harıl harıl okunurdu. Haftada en az bir gece eğlence yapılırdı.
Yetişen öğretmenler görev yerlerine giderken uzmanlığı konusu olan meslekle ilgili tüm alet – ekipmanı ile birlikte giderdi. Örneğin marangozluk üzerine uzmanlaşmış ise, marangoz atölyesinde olması gereken asgari ekipman yanında olurdu. Kurum öyle bir hale geldi ki yurtdışına eğitimci göndermeye başladı. Avrupa ülkelerinin de içinde bulunduğu bazı ülkeler, sistemimizi öğrenip geliştirdiler. Biz neler yaptık anlatayım, delirmeden okuyun lütfen…
Gelelim halen baş edemediğimiz soruna. İş yine siyasete ve sömürü düzenine dayandı. Köyde kimin sözü geçer bir düşünün. Köyün ağası veya zenginleri diyelim ve varsa imamı veya din otoritesi sayılacak şeyhler, tarikat liderleri vs. Günün birinde biri çıkıp geliyor. Bilgisiyle bütün ezberi bozuyor. Saydığım karakterlerin karizmalarını çiziyor ve halkı aydınlatıyor. Koyun sürüsü gibi güdülen bir topluluk sorgulamaya başlıyor. Sürünün dağıldığını anlayan malum çevrelerce, köy enstitüleri ve öğretmenler üzerine bin türlü karalama kampanyası başlıyor. Komunist propagandası, erkekli – kızlı okudukları ve bunun gibi sapıkça bir sürü yafta ve karalama ile insanların midesini bulandırıyorlar. Sonuçta kıyım başlıyor. Öğretmen kıyımının en büyük nedeni ise iliğine kadar durgun bir toplum içinde parmağını oynatan kişinin yadırganmasıdır (Dünden bugüne cehalet baki kalmış, durum değişmemiş). Önceleri şehirden öğrenci almaya başlıyor enstitüler. Şehirli çocuklar öğretmen çıkıp köye gidince, köy şartlarına tutunamayıp mesleklerini bırakıyorlar veya torpil yaptırıp bir şekilde şehre dönüyorlar. Sonraları düzen tutmuyor, ismi öğretmen okuluna; sistem ise eski, uyuşuk haline dönüyor.
Ülkemizin bilgili insan yönünden yoksul olduğunu söyleyemeyiz. Yurt dışına kaçışları önleyebilirsek, ülkeyi çekip çevirecek kadar bilgili insan yetişiyor. Ama ahlaklı ve karakterli insana gereksinimimiz var. Umudu gençliğe bağlayacaksınız ama, eğitim sistemi düzelmedikçe umudunuz beş para etmez bilesiniz. Sümer tabletlerinde yazdığı gibi; “Bu gençlik nereye gidiyor” der ve mabadınızın üzerine oturursunuz. Bunları yazdım çünkü, artık birşeyleri değiştirmemiz gerektiğini fark etmeliyiz.
Uygar bir toplum olmamızı sağlayacak eğitim sistemini getirdikleri için Yücel ve Tonguç unutulmayacak. Bu hikaye yarıda kaldı ve vatansever yurttaşlar tarafından her fırsatta yeniden hortlayacak. Günün sonunda halkımızın halen kültürel, ahlaki ve teknik açıdan eğitime ihtiyacı var. Bunun için de köylerde canlı kurumların tesis edilmesi gerekiyor.
Tonguç’a dönemin çağdaş, Türk Promete’si diyebilirsiniz. Hayatının 10 yılını seferberlik halinde geçirmiş, tabiri yerinde ise ömründen ömür vermiştir. Onun davası yarım kaldıktan sonra, eğitimsiz bir toplumda demokrasiyi nasıl da işletemediğimizi düşünüp duruyoruz.
Ondaki kişiliğin, engin düşünce ve görüşün, inancın, direncin, insan ve yurt sevgisinin, eğitim sistemine bakışı ile bugün yaratılan keşmekeş ve yozlaşmayı görüp kan ağlıyoruz.
Tonguç Baba’nın mezar taşında “İnsan, halka yararlı bir iş yapmadan ölmeye utanmalıdır...’’ yazar. Ruhu şad olsun…
mail: selim_kutlu@windowslive.com
Yazının bonusu, köy enstitülerinde oynanan bir oyun: Ördek Ali
Bir Ördek Ali varmış, kendisine ördek denmesine pek kızarmış. Bir gün arkadaşıyla yolda giderken, arkadaşı: “Bugün hava bulutlu” demiş. Bunun üzerine Ördek Ali: “Vay, sen bana ördek dedin” diye başlamış arkadaşını kalaylamaya. Arkadaşı: “Yapma, etme, eyleme, böyle birşey demek istemedim sana Ali”, dediyse de, Ali: “Yok, demiş, bana sen ördek dedin, söyle neden dedin?” Arkadaşı bu sefer: “Peki nerden anladın ördek dediğimi?” diye sorunca, Ali: “Nerden anlayacağım, hava bulutlu, dedin, hava bulutlu olunca yağmur yağar, yağmur yağınca yerde sular birikir, yerde sular birikince göl olur, gölde de ördek yüzer. Sen bana ördek dedin.”
Velhasıl kıssadan hisse; eleştiriye kapalı günümüz siyasetçisinde bariz şekilde gözlendiği üzere, “Ördek Ali” gibi alıngan olmayın…