Önceki yazımda ABD’nin kuruluş serüvenini anlatmıştım. Bu yazıda ise Fin yerlilerinin nasıl uygar bir topluma evrildiğini anlatacağım. Bir taraftan iğneyi de kendimize batırmamız gerekecek. İyi okumalar…
Finler barışçı yapıya sahip bir toplumdur. Kimsenin kendilerine saldırmayacağı / saldıramayacağı bir yurt aramışlar ve bugünkü yaşadıkları yeri kendilerine yurt edinmişlerdir. O zamanlar bu bölgede kimse yaşamıyordu. Bu alan İsveç ve Rusya arasında kalmaktadır. Bölgedeki geniş bataklıklar, iki büyük devlet arasında geçilmez, doğal bir kale olmuştur. Dış dünyadan yalıtılmış bir ortam elde etmeleri açısından ABD’nin kuruluş sürecine benzer bir durumdalar. 1808 yılından 1. Dünya savaşına kadar Finlandiya bir Rus eyaleti olmuştur. Fakat kendi yasalarını yapma, kendi yönetimini belirleme haklarına sahiptirler.
Sonrasında İsveç kontrolüne geçmiştir. Bu süreçte devletin siyasileri ve bürokratları İsveçli’dir. Fakat Finlandiya, İsveç için bir sürgün yeridir ve her anlamda kötü yönetilmektedir. Memurlar çalışmak istemez ve aslında işten de anlamazlardı. Mesai saatlerini kahve ve sigara içerek, gazete okuyarak veya sohpet ederek geçirirler, zaman öldürürlerdi. İşi için gelen vatandaş saatlerce bekletilir, müracat edenlere kaba ve küstahca tavırlar sergilenebiliyordu. İşini yapamadan eliboş dönmek, bugün git - yarın gel cevabını almak olağan bir durumdu. Mesaisi biten memur ise soluğu eğlence kulüplerinde alır, pahalı içkiler su gibi akar, konsomatrisler çevresinde döner. Böylesi bir hayat için elbet para kazanmak gerekir fakat bu yaşam için memur maaşı yetersiz kalır. Devlet işleri rüşvet ile döner hale gelir…
Kanunsuzluğun en büyük öğreticisi kimdir bilir misiniz? Memurların ta kendisidir. Görev, yetki ve sorumlulukları çerçevesinde yasaları uygulamakla yükümlü kişi ve kurumlar, yasaları uygulamayı halka öğretmesi gerekirken, arkasından dolaşmayı öğretirse iş çığırından çıkar.
Bu olayları duyanlar yüksek sesle hesap sormaktan korkarak (Tanıdık geldi mi?) kendi aralarında fısıldaşır. Halk öfkelenir, ağlar, sızlanır. “Düzen böyleyse biz de fırsatlardan faydalanalım” diye düşünür. Vatandaş gerekli dersi ustasından almıştır. Halk da yozlaşır ve iyice işin cılkı çıkar. Toptan yozlaşmış bir toplum oluşur. Günün sonunda milli servet talan edilmiş ve halk ölüm – kalım savaşı vermektedir. Bu tabir metafor olarak kullanılmadı. Kırsalda yaşayan halk, hastalıklar ve kötü yaşam şartları içinde kırılmaktaydı.
19. yüzyılda Fin nüfusu 2 milyon civarında. Küçük bir topluluk. Örgütlenmesi de bu açıdan basit. Ve sonunda bir grup aydın harekete geçiyor. Snellman ve arkadaşları, halkı bilinçlendirmeyi kendilerini görev ediniyorlar. Hep önce eğitim diyoruz ya, bu ekip sözde kalmamış ve uygulamışlarda. Peki ne yapmışlar listeleyelim.
* İlköğretimi zorunlu tutmuşlar. 19. yüzyıldan bahsediyoruz düşünün. Kız ve erkek çocukları okuma yazma bilirlermiş. Her evde kütüphane bulunur ve kütüphanenin olmazsa olmaz kitabı ülkenin anayasasıymış. Hangimiz anayasamızı okuduk sorarım size…
* Kışlayı adeta eğitim birimine çevirmişler. Yurdun dörtbir tarafından gelen askerler fiziksel ve kültürel olarak terbiye edilmiş. Gelenlerin kişilikleri güçlendirilmiş, temiz vicdanlı olmayı, görgü kurallarına uymayı, insanlarla sağlıklı iletişim kurmayı öğretmiş, vatan sevgisini aşılamışlar. Günün sonunda vatan için yaşamak, ülkenin ilerlemesi ve yükselmesi için çalışmak da, ülke için ölmek kadar şereflidir inancı bu erlere verilmiş ve terhis edilen askerler evlerine aydın kafalı insanlar olarak dönmüş. (Aslında çok temel şeyler ama etrafınıza bakın, değerlermiz teker teker kayboluyor, asimile oluyoruz.)
* Çağımızın düşünce vebası futbol, o zaman bile sorunmuş. İngilizler Napolyon’u yendikten sonra avrupa halkları arasında popüler hale geliyor. Yedikleri, giydikler herşey takip ve taklit ediliyor. Ve pek tabi yaptıkları spor da gündeme oturuyor. Futbol o günlerin favori sporu. Futbol o dönemde adeta bir din (maalesef memleketimiz hala aynı durumda) haline gelmiş. Sokaktaki halkı heyecanlandırarak geçinen boş kafalı bir güruh bu işten nemalanıyordu. Futbol bütün bir nesli oyalar hale gelmiş, bir hastalığa dönüşmüştü.
Vakti zamanında eski Bayern Münih futbolcusu ve teknik direktörü Franz Beckenbauer tarafından “3F” kuralı ortaya atılmıştır. Beckenbauer, futbolun keyifli, sosyal ve eğlenceli bir yönü olduğunu vurgulamak için bu terimleri kullanmıştır. "Futbol" oyunun kendisini, "fiesta" sosyal ve eğlenceli yönünü, "fuck" ise oyunun tutku ve heyecanını ifade etmektedir. Açılım gayet doğru, tespit yerinde. Gözden kaçmaması gereken konu ise düşünsel uğraşıya hizmet etmediğidir. Futbol toplumu uyutan bir afyon türüdür diyebiliriz.
Bu durumu aşmak için ise; ciddi düşünce uğraşısına insanları yönlendirmişler. Düşünsel ilgi ve üretimlerini arttıracak seminerler, söyleşiler ve eğitimler düzenlemişler.
* Anne-baba ve çocuk ilişkisi, çocuğun aile içindeki süreci ile ilgili çalışmalar yapılmış. Kısaca, ebeveynler bilinçlendirilmiş.
Burada yine iğneyi çıkarmak lazım kınından. Vicdanınıza danışarak karar verin lütfen. Oluşturduğumuz çevre çocuklarımızın gelişimi için ne kadar sağlıklı? Çocuklara “yalan söyleme, bu hareket kötüdür, böyle yapmak günahtır, kimseyi aldatma, nezaketli ve terbiyeli ol” gibi öğütleri kendimizin ihlal ettiği muhakkak oluyordur. Aile toplantılarında meydana gelen dedikodulara, başkalarını çekiştirmelere, çıkar kavgaları için çevrilen dolaplara dair sözlere dikkat edin. Küfür etmek kötüdür dedikten 5 dakika sonra izlediği maçın hakemine sinkaflı sözcükler sıralayanınız da vardır muhakkak. İşte bunun gibi durumlardan bahsediyorum.
Aileler çocuğun iyi yerlere gelmesi için kanat takmak ister fakat bu tarz ortamlar o kanatları söker atar. Herkes hayattan bir şey almak ister fakat bu ortamda büyüyen kişiler hayata bir şey vermek, katkı sunmak istemezler. Bu samimiyetsiz ortamda büyüyen kişiler yetişkinliklerinde zorba, açgözlü, şehvet düşkünü, tembel ve vurdumduymaz olurlar. Bu ortamdan gelen kişiler bencil, uyuşuk; devlet adamları ise politik madrabaz olurlar.
Fark etmemiz gereken konu şudur ki; çocuklar aldatılmayı çabuk fark eder. Önce şaşırır, anne babalarının kötü dediği şeyi nasıl kendilerinin yaptığını anlayamazlar. Sonra ebeveynler böyle söyler ama başka türlü davranır diye düşünürler. Bu saatten sonra söylediklerinizin çocuk üzerinde hiçbir önemi yoktur. Kınama veya azarlamalarınızın çocuğunuz üzerinde bir etkisi yoksa, işte buraya bırakıyorum iğneyi…
Çocuk yetiştirmek ciddi bir iştir. Bu dünyaya bırakacağımız en büyük miras çocuklar. Benim de iki oğlum var. Umarım insani değerleri vermeyi becerebiliriz. Zamanın şartlarında ne kadar becerebilirsek, elimizden geleni yapmalıyız…
* Yozlaşmış memur kadrolarını, vatansever ve liyakat sahibi kadrolar ile değiştirmişler. Kamusal hizmeti çalışır hale getirmişler.
Anka kuşu misali küllerinden doğan bir toplumu anlattım. Günümüzde parmakla gösterilir haldeler. Coğrafi şartlarının zorlayıcı olmasına rağmen, memleketimin doktoru, mühendisi Finlandiya’ya göçer olmuş, muhakkak duymuşsunuzdur.
Herakleitos “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.” demiş. Memleketimizde birşeylerin değişmesi gerek. Bizlerin korkmadan talep etmesi ,yerelden genele birşeyleri iyi yönde değiştirmemiz gerekiyor. İçinde bulunduğumuz karmaşadan, umarım demokrasi yolunda kazanım elde ederek çıkarız.
Herkese iyi bayramlar. Hoşçakalın…
Mail : [email protected]